30 Ekim 2008 Perşembe

Uzak

Salı akşamı geldim İstanbul'a, cuma sabahı İzmir'de olacağım. Tonla anlatacak şey var. Beşiktaş'a dair, İstanbul'a dair, kendime dair. Çok dolu ve yorucu geçen gün sonunda tebessümün baki olması güzel. istanbul'u çok özlemişim ama İzmir seni seviyorum.

*Durumu izah edecek bir kare yok belleğimde.

Ege

29 Ekim 2008 Çarşamba

Kısa Kısa



-Beşiktaş'ın Sivas'a karşı aldığı beraberlik -Sivas'ın iyi takım olmasından ya da son yıllarda ligde üst sıralarda olan bir takım olmasından dolayı değil- gerçekten saldıran bir Beşiktaş'ı bize gösterdiği için umut verdi.

-Mehmet Yıldız Radyosporda açıklamalarda bulunmuş. İyi futbol oynadık Beşiktaş taraftarı o yüzden rahatsız oldu felan demiş. Evet size öğretilen futbol o olabilir. Ama biz onu buralarda değil iyi futbol, futbol kategorisine bile koymuyoruz.

-Üzülmez'i anlamak zor. Özgüven patlaması yaşıyor. Koşuyor,çalımlıyor,orta açıyor ... Sağolsun, ''Gelecek vaad eden tecrübeli oyuncu'' diye bir tanım yarattı kendisi.

-Delgado izlemek istiyorum !

-Mustafa Denizli Kanunları (yeşilçamda değil hergün medyada) .

-Blogları değil Logar kapaklarını kapatın yahu.

-Ege Marmara'da :D

marmara

26 Ekim 2008 Pazar

Yoksa Siz Hala Erişemeyenlerden misiniz?!


Şimdi de bloglara erişim engeli konuldu. Konuyla ilgili abartılı espriler yapılıyor. Ancak öyle bir haldeyiz ki, belli bir süre sonrasında o espriler bile gerçekleşebilir.

Yakında "sadece aşağıda belirtiler sitelere giriş yapabilirsiniz" diye metinler yayınlanabilir. Tüm bu olan bitene, yasakçı zihniyete ses çıkarmayan bizler, konunun buralara gelmesine sebep olan kişileriz.

Yasakçı zihniyet bir gün yasaklanır mı?!
Ege

24 Ekim 2008 Cuma

Boy A


Yönetmen John Crowley, 2007 yapımı İngiliz.

Çocuk yaşta arkadaşı ile işlediği cinayet yüzünden uzun süre cezaevinde kalan Eric, dışarı çıktıktan sonra yeni bir kimlik ile yeni bir hayata başlamaya çalışıyor. Kahramanımız Jack ortaya çıkıyor. Film boyunca Eric'in neler yaşadığını öğrenirken, Jack'in de yeni yaşamına uyum sağlama sürecini izliyoruz. Ve bir yerde geçmişin önüne çıkması.

Filmin kısaca öyküsü bu. Suçlulara toplumda 2.defa şans verilmeli mi, verilmemeli sorusu ile de muhattap kalıyorsunuz filmde. Baş karakter Eric-Jack'in (Andrew Garfield) oyunculuğu çok çok etkileyici. Bu rolü başkası oynasa bu kadar dokunmazdı bana, etkilenmezdim. Evet abartıyorum.

Ryan Gosling-Edward Norton denklemim vardır. Bedenlerine kattıkları dili ortak bulurum. Andrew, çaylak olabilir bu kadroda.

Aslında uzun uzun anlatasım var filmi, ama hem izlemek isteyenlerin bu detayları öğrenmesini istemediğim için (sanki blogu binlerce insan takip ediyor) hem de film biter bitmez oturdum başına etkisinden kurtulamadım hala, yazmakta güçlük çekiyorum.

Jack'e böyle sıkıca sarılmak istedim filmin sonunda.

Ege

23 Ekim 2008 Perşembe

Vapur









Ellerimi Bulsaydin

Bu vapur kalkar birazdan
Kalkip gidemeyen bir ben
Martilarin goturup getirdigi
Bu vapur kalkar birazdan

Kar soguklarinda iskele
Asiklara savunmasiz durur
Kalbime romatizma vurur
Bu vapur kalkar birazdan

Bu vapur kalkar birazdan
Kederimi yuklenip gitmez
Bir yangindir ki ansizin
Ask basladigi gibi bitmez

Bu vapur seni goturur
Palamari kalbime gecer
Kadikoy kac adimlik yer
Bu uzaklik beni oldurur

Beni denizlere alsaydin
Belki cocuklugum biterdi
Sen ellerimi bulsaydin
Bu vapur yine giderdi.

Nevzat Çelik





Bir aralar çektiğim vapur fotoları.
Çok estetik kaygılar gözetmeksizin sadece bir kenarda dursun diye çektiğim...
Hani olurda bir gün onlarda çekip giderse son fotoğraftaki gibi diyerekten...
Cilası Nevzat Çelik'ten .



marmara

20 Ekim 2008 Pazartesi

Yaşasın Deplasman



Ege'ye kesinlikle bir gönderme söz konusu değildir. :)

1 ay öncesinden gitmeyi planladığım deplasmanlardan biriydi Gençlerbirliği deplasmanı.
Cumartesi gecesi çalışıyor olmamdan dolayı Pazar sabah uyumadan direk stad önüne doğru uzadım.
Sabahın serinliği -mevzu bahis Beşiktaş için gidilecek bir deplasman olunca- vücuda işlemesi söz konusu değil.
Stad önünde kalabalığı gören herkes bir süre şaşırıp kalıyordu ve eminim bu Beşiktaşlılar harbiden deli diyordular.
Liderliği almak için çok sayıda taraftar takımının yanında olmak uğruna sabahın köründe yollara düşmüş ve
stad önünde otobüsleri beklemeye başlamıştı. Sabahlayanlarda cabası.

Otobüslere yerleştikten sonra cam kenarına geçip başını dayadınmı başlar deplasman yolculuğu.
Kimi uyumaya çalışır kimi tezahuratlara erkenden başlar, kimi hasret giderir kimi yeni arkadaşlarla tanışır o otobüslerde.
Sigara dumanının altında nostalji Beşiktaş tezahuratlarından yer yer gözler yaşarır
bazen de daha gür bir sevdayla söylenir marşlar.

2 şehir arası yolculuk saatte bilmem kaç km hızla gidilirse cinsinden ölçülemez deplasman yolculukları.
Hiçbir probleme girmez çünkü otobüsün arızalanması, çiş molası, yemek molası, polisin şehir girişinde tutması türünden beklemeler.

Deplasman şehrine vardığında yorgunluk denilen bahaneyide otobüste bırakıp stada girmek için kuyruğa girersin.
Ankara'da stada girdiğimizde maçın başlamasına 5 dakika vardı. Maçın başlamasıyla ilk 11 dakikada 3 golün olması
biraz inandırıcı gelmiyordu.
Anladık Denizli geldi ama bu kadar nasıl değişebilir ki takım diyorduk.
Lakin takım bizi fazla yanıltmadan eski çehresine büründü. Yine de umut verici gelişmeler görünmüyor değil.

Galip gelinen bir maçın ardından eve dönüşte bir farklı güzel oluyor açıkçası.
Her yanın umut, Heryanın mutluluk.

Yorgunluk ve uykunun baskın gelmeye başladığı dakikalarda, tezahuratlar yavaşlar, uyuklamalar başlar.
Otobüsün bir yerlerinde kesin birileri yeni besteler yapma telaşındadır kimi de doymamış olacak ki kısık sesle maçtaki tezahuratları yineler.
İçinde Beşiktaş olan bir ninni gibi gelir o tezahuratlar, uyursun şampiyonluk rüyalarına, bir o kadar gerçek inancınla.

Beşiktaş son duraktır. İçinde bir iş yapmanın saadeti dönersin evine.



marmara

19 Ekim 2008 Pazar

Yaşasın Hafta Sonu

Tek tatil günüm Pazar olunca, günü daha çok uyuklayarak, film izleyerek ve daha sonra yine uyuklayarak geçiriyordum bir süredir. Sarsıl Tores planını devreye sokarak, sahalara geri döndüm. Uzun süredir dışarıda kahvaltı yapmamıştım. İş yerinde yapılan dandik kahvaltılar ve yolculuklarda sabahları yenilen gevrekleri saymazsak.


Biraz rötarlı da olsa İnciraltı’na geldik. Normalde Güzelbahçe semaları tercih edilecekken, araç ve elde olmayan zaman sorunu (evet şair burada arkadaşını kastediyor) yüzünden İnciraltı’nda karar kılındı. Açlığın tavan yaptığı dakikalarda mekanın çok da önemi yoktu zaten. Sucuklu yumurtaya bu kadar hasret kaldığımı biliyordum ama özlemin bu denli şiddetli olduğunu ben bile kestiremedim. Sucuklu yumurtanın yanına en güzel yakışan şey çaydır. Benim sosyetik arkadaşlarım sade neskafe içmeyi tercih ettiler. Hayır kahvaltıda nasıl sade neskafe içilir? Zift gibi bir şey zaten o. Menemen- neskafe ikilisini açıklayın arkadaş bana, o ilişkiden hayır gelmez. Ayrıca içine kıyafetin bir parçası giren kahve de içilmez:) Masada tabağı ilk biten kişi iken en son doyan oldum. Bal kaymak sen bizim her şeyimizsin!


İnciraltı’nı eskiden daha çok seviyordum. Bu kadar kalabalıklaşmadan önce. Çok daha güzel ve sessizdi. Şimdi duyan gelmiş hesabı. Denize balonları koymuşlar, vurun diye. O balonları öyle renkli görmek güzel, çocukluğumdaki gibi. Ama sadece uçurtmayı değil, balonları da vurmasınlar. Kapamaya yakın havada denizi çarşaf gibi seyretmek gibisi yok. Denizi bu şekilde görünce hep aynı hayal dile geliyor. Deniz kenarında bir ev sonra hayal geyiğe sarıyor, her akşam rakı-balık….



Projektör ile duvara yansıtılan görüntüde maç izlemeyi sevmiyorum. Güneşte durmuş da solmuş gibi. Bir kere topu görmüyorum ve evet aynı zamanda miyobum. Beşiktaş, 13 dakikada 3 gol atınca “ Yav ne olur kısa sürmesin bu coşku” derken, şom ağzım geldi dürttü beni. 3 gol atmamıza rağmen diken üstünde maç seyrettiren Beşiktaşım’a teşekkür ederim.



Ege



15 Ekim 2008 Çarşamba

Aumann

Şapkası ve Rosenborg maçlarıyla hafızamıza kazınmış kaleci.
Daum'un yaşlı kaleci takıntısının örneklerinden.
Geldiği ilk sene şampiyonlukta etkisi muhakkak olmuştu.
Rosenborg maçında vatandaşı Stefan Kuntz ilerde goller attıkça Aumann kalesinde goller görerek ona karşılık vermişti.
Rüzgar gibi gelip geçenlerden listesinde yerini aldı daha sonra.
Şimdilerde bir zamanlar efsanesi olduğu kulübü Bayern Münih'in taraftardan sorumlu personeli olarak görev alıyormuş.

Şapkalı bir fotosunu bulamadık ki şuraya koyalım.



marmara

Die Welle / The Wave


2008, Alman yapımı filmin yönetmenliğini Dennis Gansel yapmış. Bir lisede hoca olan Rainer Wenger, okuldaki proje haftasında anarşizmi anlatmak istemektedir, bunun için de hazırlık yapmıştır. Fakat otokrasi üzerine ders vermek zorunda kalır. Hem kendisi hem de öğrenciler için dersi daha eğlenceli hala getirmek için sınıfta minik bir diktatörlük oluşturur. Önce bir üniforma ardından bir grup ismi, logo, selamlaşma... Öğrencilerin gitgide ilgisini çeken bu oluşum, zamanla farklı bir hal almaya başlar. Gençler, sınıfta konuştuklarını gerçek hayatlarına taşımaya başlarlar. Bu da durumun farklı bir hal almasına neden olur. Filmin sonu hazırlıklı olduğunuz türden. Fakat bu başarısız olduğu manasına gelmesin. Filmin sonunda sizi bir sürprizin beklediğini biliyorsunuz sadece.

Filmin başlarında Almanya'da bir daha diktatörlük olmaz diyen gençlerin, filmin sonuna doğru büründükleri kimlik oldukça etkileyici.

Faşizm asla bir oyun değildir!

Ege

13 Ekim 2008 Pazartesi

bizim sokak futbolu


Ayakkabılarımızı kapıda bıraktığımız yıllar,
sokaktan birşey çalınmasının değil hırsızın girmesinin bile mümkün olmadığı bir mahalle.
sağ ayakkabının hep erken patlaması ve keşke sağ ve sol ayakkabı değişebilse diye fantazi düşünceler.

Bir yerlerden bulunmuş patlak bir futbol topunun içine havasını indirdiğimiz bir plastik top yerleştirip, daha sonra plastik topa hava basarak
yerli üretimimiz çakma mikasa toplarla kendinden falsolü attığımız goller.
Havada süzüle süzüle inen bu toplara kesin fazlasıyla abanan bir arkadaş olurdu. O yaşlarda en son görmek istediğimiz şeydi
patlamış bir şekilde topu yere inerken görmek. Ama bu sahne sürekli tekrarlanırdı.
Alt sokaktaki konfeksiyoncunun çöpe attığı kumaşları ne güne dururdu ki sanki,
patlak topun içindeki plastik top çıkartılıp rengarenk kumaşlar tıka basa doldurulurdu.
Top artık falsode almıyordu ve kimse abanamıyordu da. Sadece her havaya dikildiğinde renkli bir kumaş parçası düşüyordu sahaya.
Çakıl taşı ve toprak karışımı sahamızda futbol litaratüründe olmayan hareketler sergileniyordu.
Bahçeye kaçan topu almanın hala sırayla olduğu yıllar.




Aşağı mahalle ile maçlarımız olurdu, ki katiyen yalandır, alt sokaktaki arkadaşlarımızdı onlar.
Persilin hediye verdiği küçük futbol topu sadece onlarda olduğu için biz hep onlarla oynamak isterdik maçlarımızı,
onlarda sadece bizi yenebildiği için bizle oynamak isterlerdi hep.
Yenilerek dönerken sokağımıza, sağlam bir topumuzun olmamasından dert yanardık, bir de defans zaviyetimizden.
Terlisin atletini değiştir derdi annelerimiz, bir de elimize ekmek arası günün menüsü.
Günün son maçı karanlıkta yapılırdı ne zaman ki birimizin babası eve döndü ise maç o anda biterdi.
Eve dönerken sol ayağımı da geliştirmeliyim diye derin derin düşünmeler.

Yıllarca sürdü bizim sokak futbolunun devinimi. Sokaktan gidenler oldu, yeni taşınanlar oldu.
Ama her yeni transferimiz fos çıktı. Arada alt sokakta ki takımı yendiğimizde olmadı değil.

Bu yılların hafızamdaki netliğini sağlayan unsurlar sonra teker teker ortadan kaybolmaya başladı.
Ben hala ayakkabılarımı kapıda bırakıyordum ama annem içeri alıyordu.
Asfalt geldi sokağa, ne de sevindik aslında sokağımız ilk defa asfaltlandığında, ne güzel koşmuştuk o sıcak asfaltta.
Sametin değil Oğuzun futbol topuyla oynayalım dediğimiz zamanlar geldi çattı.
Alt sokakla değil kendi aramızda maç yapacak kadar kalabalıktı sokak artık. Kırılacak camlarda bir o kadar fazla.
Ve artık topu bahçeye atan alıyordu.



Birgün ''gidin başka bir yerde oynayın lan'' dedi Sarı Mustafa amca.
Gurbetlik başlamıştı futbol hayatımızda, sürgün yıllarındaydık.
Okulun bahçesinde sırayla maç yapıyorduk. Bize sıra gelmek üzereyken sınıf pencerelerinden birine isabet ederdi top.
Kaçışırdık onlarca çocuk, futbol sahası olarak kullandığımız okul bahçesinden.
O camların kırılmasıyla hevesimiz daha da kırılmaya başlamıştı artık.
Futbolu artık günde bir maça indirmiştik ama hala bağımlıydık.

Ortaokulun son yıllarındayken sokak futbolunun nesli tükenmek üzereydi.
Bizim sokağın çocukları daha az rastlaşır oldu artık.
Gazozuna maç yapıyorduk ve tel çitlerle çevrili bahçelere top kaçmıyordu, patlıyordu ...
''Eskiden'' diye başlayan cümleri ilk o zaman kurmuştuk akşam muhabbetlerinde.

Gidiyoruz dedi babam birgün. Evsahibinin oğlu evlendiği için kiracısını çıkarmasını filmlerde sanırdım sadece.
Ne gollerim vardı şu sokakta halbusu ki. Ne atletler terletmiş ne ayakkabılar parçalamıştım.
Hep başkalarının tek tek gitmesine alışmıştım ama şimdi hepsini birden kaybetmeye hazır değildim sanki.
Ben yokken forvette sümsük oğuz oynayacaktı. Seviniyordu belkide için için.
Yine gelirim oğlum ben dedim. Yalan yok gittim bir kaç kez. Sonra karşılıklı unuttuk birbirimizi.

Yeni sokaktakilerin her biri kazmaydı ve bana da mcmenemen diyorlardı.
Alt sokaktakilerle maç yapıyorduk ve takımı hep ben sırtlıyordum.
Küfürlü konuşmaların maç içinde yaşandığı, kavgaların çıktığı yıllar olarak kazınacaktı bu yıllar belleğime.
Başka bir sokak futbolu vardı artık sokaklarımızda. Sokaklarda görmek istemediğimiz hareketlerdi bunlar.
Kaldıramamıştım yeni sokakta ki süper starlığı, uzaklaştım sokak futbolundan.

Liseyi bitirdiğim yıllarda sokaklarda artık top oynayan çocuklar fazla kalmamıştı.
Şarkıdaki gibi ''Nerde o kendini bilmez çocuklar Bir sabah ansızın çekip gittiler'' diyordum.
Halı saha maçları yapıyordum. Ayakkabılar senede bir patlıyordu ve annem elinde atletle karşılamıyordu beni.



Üniversite yıllarımda hiç futbol oynamadım.
Tatillerde eve döndüğümde sokakta top oynayan çocukları görüp aralarına karıştım.
Sokakta topun kaçacağı bahçede yoktu üstelik.
İçi kumaş dolu toplarımızı hatırladım.
Bir sağ bir sol ayağıyla sektirmeye başladım artistik bir şekilde.
Sol ayağımdayken düşürdüm. Bir türlü geliştirememiştim sol ayağımı.


İş hayatında ayda bir halı saha maçı yapıyorum.
Sigaradan tükenen ciğerlerim yüzünden aldığım eleştiriler karşısında
siz beni çocukluğumda görecektiniz diye avutuyorum kendimi.
Forvettede oynayamıyordum, gol yollarında etkisiz kaldığımdan.


Geçen gün gümm diye yankılanan bir sesle uyandım, hırsla pencereyi açıp dışarıya baktığımda
sokakta top oynayan çocukları gördüm.
Gece işte çalışmıştım ve gündüz uyumaya çalışıyordum.
Gidin başka yerde oynayın lan dedim.
Çocuklar ürpererek kaçtılar birşey demeden.
Pencereyi kapattığımda sağlam bir küfür yedim çocuk anılarımdan .


marmara

12 Ekim 2008 Pazar

Julia



Bir filmin içine seyirciyi sokmak zordur.
Seyirci ancak filmdeki karakterlerde kendinden birşeyler bulduğu zaman onunla özdeşir.
Julia ise bunu çok daha farklı yönlerden bize yaşatan bir yapıt.
Filmde Julia karakterini Tilda Swinton oynuyor ve adeta filmi tek başına sürüklüyor.

Alkol bağımlısı, hayatta hep yek atan, ailesi ve fazla dostu olmayan,
nerde akşam ettiğini bilen ama nerde sabah ettiğini bilmeyen, her yeni güne sorunlarla başlayan biri.
Onu alkolden uzaklaştırmaya çalışan bir arkadaşı sayesinde tanıdığı
akli dengesinin bozuk olması sebebiyle evladı elinden alınmış bir anne.
Anneliğin nasıl birşey olduğunu tahmin etme gereksinimi bile duymayan Julia'ya bu anneden bir teklif gelir.
''Oğlumu büyükbabasından kaçırmama yardım et, sana para vereyim.''
Julia içinde para geçen bu cümleden sonra duygusal bir şekilde Anne'ye yardım etmeye karar verir.

Başlarda gözümüzde bitik olan Julia'ya bu karardan sonra biraz daha kanımız ısınır.
Ama hiçbirşey planlandığı gibi olmayacaktır.
ABD'de başlayıp Meksika'ya kadar uzanan bir kaçırma-kaçma-kurtarma serüveninin içinde buluruz kendimizi.
Filmin son dakikalarına doğru tam Julia'yı tam sevmeye başlarız ki, bize yine ilk yüzünü gösterir.

Kendi hayatını garantiye almadan başkalarının hayatı için ne kadar ileri gidebilirsin ?
sorusunu kendimize sormaya başlıyoruz. Ve Julia'nın bulunduğu şartlar içinde alacağı kararlara
her ne olursa olsun hak vermeye başlıyoruz.

Çocuk oyuncu Tom ( Aidan Gould ) için ayrı bir parantez açmak gerekiyor sanki.
Filmde büyüyen bir çocuğu izletiyor bize.
Tabiri caizse ilk gördüğümüzde çocukcağız dediğimiz Tom'a filmin ilerliyen dakikalarında velet diyoruz.

Filmin Yönetmenleri Erick Zonca ve Camillie Natta.
Julia isimli 1977 yapımı başka bir film daha bulunmakta.


marmara

Child Friendly



Aileler, çocukların ilk modelleridir. Çocuklar, gördüklerini kapar ve uygularlar.
Child Friendly'nin bu kapsamdaki güzel videosu.

Ege

10 Ekim 2008 Cuma

Beyaz Ölümün Güncesi


Geç okuduğum kitaplar hanesinde yerini alacak Beyaz Ölümün Güncesi. 80 sonrasında Türkiye'de yaşanan trajediyi, utancı tanıklarıyla anlatıyor. Kitabı okurken, insanın kendisi ile yüzleşmesi, kendisine onlarca soru sorması kaçınılmaz. Bir ülkenin tarihinde bu denli karanlık günlerin olması, bunların hala devam ediyor olması ve hiçbir şekilde hesabının sorulmaması çok üzücü.

Beyaz Ölümün Güncesi'nde işkencede ölenler, bir daha haber alınamayanlar, katliama kurban edilenler, üzgün ve acılı aileler, mahvolan yaşamlar ve tonlarca soru var. Kitabı okurken bir abim aradı; naber, nasılsın sorusuna " kitap okuyorum, sen nasılsın abi? " diye yanıtladım. Hangi kitabı diye sorduğunda, Beyaz Ölümün Güncesi'nin ismini verince, şimdi sesinin neden kötü geldiğini anladım diye yanıtladı.

Kitabın yazarı Özcan Sapan'ı, Özcan abimizi tanımanın da haklı gururunu yaşıyorum. Devrin tanıklarından, mücadele içerisinde yer almış olan Özcan abi ile aynı tribünde omuz omuza olmak da apayrı bir güzellik.

Ege

8 Ekim 2008 Çarşamba

Bir Çizik de Sen Attın Hatıralara

Şu fotoğraflarınla, topa gelişine vurduğun gollerle, defans oynadığın dönem ile hatırlasaydık keşke seni. Kayserispor da ki başarılı hocalığınla övünseydik ...

Bir Yeşilçam Klasiği çıkarmı acaba bu hikayeden dedik sonra.
Ağlayarak giden topçumuz , bizi başarıdan başarıya koşturabilirmiydi ki ?
Ne lig Şampiyonluğu ne de Avrupa'da başarı sözü verdin, sadece ''Özlenen futbolu, özlenen Beşiktaş'ı izleteceğim'' demen yeterliydi.

Yanlış taktikler, yanlış transferler, ligde ve avrupada başarısız sonuçlar.
Bunlara bir nebze alışkandık ama Ali Gültiken'in gönderildikten sonra Sinan Engin'e destek çıkman bizim bildiğimiz Beşiktaşlılık ta yoktu.

Korkak futbol yoktu hocam sözlerinin arasında. Maç sonrası verdiğin demeçlerde kendi oyuncularını ateşe atmak olmamıştı hocam.

Alt yapıdan çektiğin oyunculara bir sözümüz yok. Belki de yaptığın en büyük katkı bu olmuştur.

Ama eksikti birşeyler sanki. Sadece Adamlığınla övünerek gideceğine birazda arasına başarıları sıkıştırabilseydin keşke.

Keşke ile olmuyor işte ...
Bu senaryonun daha sinopsisi bile oturmamıştı hocam.


marmara

4 Ekim 2008 Cumartesi

Kadro

Kaleci Zafer, Sarı Fırtına, Küçük Ali, Sergen, Gökhan, Oktay
Fani Madida, Mutlu, Rıza, Şifo, Nartallo

Çıkında oynayın diyeceğin bir kadro işte.
Şöyle bir kadro bir daha gelsin, Nartallo'nun en kötü haline razıyız.

marmara

3 Ekim 2008 Cuma

Pilli Bebek

İstanbulun en kıskandığı Ankaralı rock grubu.
Son 10 yılda müzik piyasasında olmalarına rağmen sadece 2 albümleri bulunmaktadır.
Hoş 2. albümün çıkması biraz süpriz olmuştur çoğu hayranı için.
Hatta ben umudu kesmiştim ki ; bir arkadaşıma ( kendisi ege olur ) ilk albümlerini önermiştim. Mutlaka dinlemelisin başka albümleri yok diye. 5 dakika sonra Yeni bir albüm daha çıkarmışlar diye bana geri döndüğünde çocukluğumdan bir oyuncak bulmuş gibi sevinmiştim.

Kısık ses ile dinlenebilecek grupların başında gelir Kesme Şeker ile birlikte.
Bu aralar Ankara dışına daha fazla çıkmaya başlamışlar ve konser sayılarını arttırmışlar.
Canlı olarak dinleme fırsatım olmadı henüz.
Belki de bu grubu sevmemde ki etkenlerden biri de budur.
Onları popüleştirmeden sevmem. Gizemli bir ses olarak sadece sesleri ve enstümanları ezberlemem. Gruptan hiçbirinin yüzünü merak edipte bakmamam .

Günün anlam ve ehemmiyetine uygun olacak bir şekilde bitirelim.
Albüme ismini veren Olsun isimli parçalarından ...


olsun demek de zor artık
çocuk düşlerimiz yok artık

uefada finali biz oynayacağız..
kadıköyü siyah beyaza boyayacağız



marmara

Hayat Devam Ediyor-muş!


Hayat devam ediyormuş... Kime göre Ertuğrul Sağlam, neye göre? Sizler için devam ediyor elbette. Ceplerinizde trilyonlar, bir de mazlumu oynayan halleriniz yok mu? Efendi, düzgün karakterli adam tavırlarınız. Beşiktaş'ı gerçekten seven, değer veren çoktan istifa eder giderdi. Yok ama sizin tuzunuz kuru. Kaynak büyük. Kaynağın adı Beşiktaş.

Hayat devam ediyormuş. Beşiktaş'ın canı yanınca nefes alamayan insanlar var, sizlerin ballı şekerli hayatları yanında.

Ege

2 Ekim 2008 Perşembe

Oz


Cine 5'li dönemin efsane dizisi. Üstelik şifresiz verilirdi ve birçoğumuzun şaşkınlık ifadeleri içerisinde izlediği diziydi. O dönemde yayınlanan dizileri düşününce, çok çok başka bir seyirdeydi. İşlemiş olduğu konu ele alındığında Oz'a yaklaşan yapım da yok kanımca. Genelde Prison Break geliyor akla. Ama Prison Break, Oz'un yanına yaklaşmak bir tarafa çerezi dahi olamaz.

Hapishane öyküleri diye betimlemek de yanlış olur. Her bölümda ciddi ciddi kafa yorulur çünkü. Bölüm devam ederken, araya giren Augustus'un konuşmaları da ayrı bir güzelliktir.

Nerden çıktı tüm bunlar? Bayram tatilinin de etkisi olsa gerek, oturdum baştan izlemeye başladım. Bölüm arasında da paylaşayım dedim.

Ege